6.06.2023

1. Kısmet Büfesi 2. Fenomenolojik psikopatoloji: Sonraki yazılar için notlar

1 Gerek bedenlerinde duyduklarını gerekse bedenleri dışında algıladıkları, seçtikleri, yaşadıkları uyaran-etkilerini anlatmaya yatkın olan ve eserlerinde bu iki deneyimi ayrıntılarıyla tarif etmeye yatkın olanlar. Nasıl kişiler? Nasıl yazarlar? 

(Bunu açmak gerekecek. Sonra.)

 

2 Kendisini ilk okuduğum zamanlarda, Bilge Karasu için aşinalığın ve yanılsamaların yazarı diye düşünmüştüm. Bedenlilik, zamansallık, algı fenomenolojisi... bunları bugünkü gibi anlamaya çalışırken bile değil, henüz hiç haberim yokken. Bunu anlatmak için, kendisi gibi üstün olan ama yazışı bakımından karşıtı sayabileceğim bir yazara başvuruyordum. Yaşar Kemal’e. Ayrıntılı ve zengin tasvirler var onda da, bilhassa doğa tasvirleri. Fakat o—ayrıntıları seçmeye, yakalamaya yatkın olsa ve bunu  güzel ve zengin bir söze dökse de—hemen her zaman, anlattığının dışında durup bakan ve—evet, çok “şey” gören, gözleyen, ama—gördüğünün kendi bedenine ne yaptığını, kendi deneyiminin ne olduğunu değil, dışarıdan gördüğünün ayrıntısını anlatan bir yazar.

 

Karasu’nun anlatısında refleksiyon öyle yoğun ki, bazı yerlerde akla şu geliyor: Böylesine hiper-reflektif bir düşünce akışı, acaba, yazan kişinin, yer yer, kendi varolmasını “pre-reflektif”, yalın kendiliğini yaşamada/duymada eksik kalmasıyla ilişkili olabilir mi?

 

Yaşar Kemal ve bu bağlamda anlatısı ona daha yakın olan yazarları, "yere sağlam basanlar" diye ayırıyorum. Dışarıya ve dünyaya bakışlarında, evet, keskin bir görüş var; fakat böyle dışarıda durup bakan kişinin zihninde, hep, sağlam bir “ben ve başka şeyler”, “ben ve başkaları” ayrımı var bana göre.

 

3 Acaba, diyorum, algının fenomenolojisinde,  bedenliliğin herkes için, her zaman merkezî olduğunu bir vakıa olarak mı anlatmalı, yoksa bunun daha ziyade, ortalama/sıradan/tipik denemeyecek kimilerinin yaşantılarında öne çıktığını mı? (Stanghellini ve ekibinin otizmi—ister “şizofrenik otizm” olsun ister genel bir otizm tasviri—disembodied existence üzerinden yorumladıkları iki yazıları var, onları okuyorum şimdi; burada yazdıklarımı biçimlendiren, önceki düşüncelerle birlikte bu iki makale.) 

 

Şöyle de düşünebiliriz: Algının fenomenolojisinde bedenliliğin merkezîliği atipik/sıradışı/norm dışı kişilerin yaşantılarıyla sınırlı değil elbette. Burada, söylediğimizi, Merleau-Ponty’nin sık başvurduğu bir yönteme başvurarak söylüyoruz: Algıyla ilgili bir genelleme yaparken, “normal”i (genellenebilir olanı, çoğunluk için çoğu zaman geçerli olanı) anlamak için “anormal” olana (atipik olana, az rastlanana) başvurmak.

 

4 Bunlarla ilişkili bir yan konu var; ayrıntısını sonra yazmaya çalışacağım. Şimdilik şöyle özetlenebilir:

 

Başlıca çalışma alanlarının biri şizofreni diğeri yaratıcılık olan, doğal olarak, bu ikisinin ilişkisini de çalışan Nancy C. Andreasen'in bugünkü şizofreni tanımındaki etkisini ve negatif belirti kavramının şizofreninin anlaşılmasındaki yanıltıcı etkisini düşünüyorum. Nancy Andreasen, kısa bir süre yanında çalıştığım, daha sonra  yazışarak ve arada bir karşılaşıp fikir alışverişinde bulunarak hoca öğrenci ilişkisini sürdürdüğüm önemli bir bilimci. Onun, yaratıcılığı şizofreni ve türevleriyle ilişkilendirirken otizme ve algılamadaki atipikliğe (kolayca belirti denecek kadar bariz olmayan atipikliğe) hiç değinmemiş olması, şizofreni dediğinin kendisini incelerken, Bleuler’in temel belirti dediği  otizmi hiç dikkate almamış olması dikkate değer. Beyin görüntülemeye dayalı araştırmalarındaki ana değişkenin (şizofreninin) tanımında algı  fenomenolojisinin, bedenlilikteki, varolma duyumundaki farklılıkların yeri olamazdı zaten. Bu kısmı şaşırtıcı değil; o da Kraepelin gibi, dışarıdan gözlemle “belirti“ teşhis eden ve sayıya dökenlerden; standart ve “tekrarlanabilir” olmaya öncelik tanıyan ve yaşantı-anlamaya-dayalı formülasyonu, psikopatolojiyi bu çabaya feda edenlerden.  

 

Dikkate değer olan, Nancy Andreasen ve yöntemi onunki gibi olan çalışmacıların, şizofreni denegeleni yeniden ve daha da standartlaştırarak (ve maalesef yoksullaştırarak) tanımlarken nörolojiden, Hughlings Jackson’dan ilhamla “yaptıkları” negatif belirti tanımının, hekimleri ve davranış bilimcilerini şizofrenik denen yaşantıları anlamaktan daha da uzaklaştırması, empatiye ve mesleki tecrübeye dayalı değerlendirmeyi iyice unutturması. 

Kanımca, negatif belirti denenler, bugünkü şizofreni tanımında reifikasyonun yanıltıcı etkisine en açık olanlar. Andreasen ve şizofreni denen tanıma onun gibi bakanlar, nörolojiden ödünç aldıkları “negatif” sıfatını “o beyin hastalığının” somut belirtisi olarak gördüler, öyle öğrettiler; bu kavram artık bir doğal tür muamelesi görüyor.

 

Böyle, eksikliğe dayalı ama somut ve güvenilir gözleme müsait kabul edilen bir kavram (negatif belirti), Bleuler’in “Şizofreniler Grubu” diye anlattığı rahatsızlıklardaki otizmi anlaşılmaya kapalı kılıyor, örtüyor. O tanımdaki otizm, dışavurana değil deşilirse/açılırsa anlaşılabilen, standartlıkla değil esnek ve aktif dinlemeyle, empatiyle, tecrübeyle anlaşılabilen bir özellik. Şizofrenilerin psikopatolojik/fenomenolojik değerlendirilmesinde asıl işe yarayacak olan da, işte bu, temelde bulunan otizmin ve etkilenimdeki (affect) atipikliğin anlaşılması.

 

Bu dağınıklığı telafi etmek için şunları (kaynaklarını ekleyerek ve açarak) yazacağım. 

 

- Andreasen'in James Joyce üzerine yazdığı makalenin şizofreniye sıkışıp kalmış olması; John Nash'in rahatsızlıklarının tamamının şizofreni diye tanıtılıp kalmış olması

- Stanghellini vd'nin makaleleri

- Bilge Karasu'nın Kısmet Büfesi anlatılarında "seçtiğim" algı fenomenolojisi ve Merleau Ponty çağrışımları