7.01.2022

Big data değerli mi? İşe yarar mı? Nasıl yarar? Don’t Look Up filminin aklıma getirdikleri

 

Big data değerli mi? 

Zor bir soru. Bir bakıma, şu meşhur özgür irade sorusuna benziyor. İnsanı o kadar uzun süredir meşgul ediyor ki artık özel ismi var, “the hard problem”: “Özgür irade var mıdır?” Kolayca evet veya hayır diyemeyenlerin de kaçışı yok, devamı hazır: “İnsanın failliğini (agency) ne derecede, hangi bağlamlarda gerekçelendirebiliriz?”

Benzerlik, şu bakımdan: İkisine de, gerek big data gerekse özgür irade sorularına, ancak soruyla cevap verebiliriz, kanımca: 

- Nasıl olmasını istersin? 

Soruyu sorup soruyla cevap alan benimle ayrıntı konuşmaya yanaşırsa nitel bir mülakata girişip şunları da sorabilmeyi isterim: 

 

Big data değerli olsa mı iyi olmasa mı? 

- Özgür irade vardır diyesin mi var, yoksa tercihin “özgür irade insanın edimlerinin faili olduğu yolundaki yanılsamasıdır, bir mitten ibarettir,” demekten mi yana?

- “Bu tercih değil, benim veriyle ve/veya akıl yürüterek ulaştığım düşüncem, bir vargı (conclusion)” diyorsan, gerekçelendirmeni adım adım anlatır mısın? Neleri dahil ediyorsun iddiana? Deney bulguları (mesela Libet deneyi gibi ampirik araştırma verileri)? Değer seçimlerin? Katışıksız saydığın türden felsefi bir argüman?    

- Büyük verinin ve ona dayalı tahminlerin işe yarama, serbestçe kullanıma girme ihtimali seni ümitlendiriyor mu?

- İşe yaradığına işaret eden bilimsel savlar, veriler hakkında ne düşünüyorsun?

- Ne kadar işe yarar?

- Nasıl yararlı olur?

- Kime yarar? 

 

Mesela tüm genom dizileme gibi teknikler iyice ucuzlayıp herkesin DNA dizilimini elde etmek kolaylaşırsa, insanoğlunun sağlık durumu, yaşamı, belki ölümü hakkında bilgi sahibi olur muyuz? Örnek vermek gerekli, çünkü büyük verinin elde olduğu, olabileceği alanlar, onu kullanma potansiyeli olanlar çok çeşitli. Benim eğitimim tecrübem sağlıkla ilgili olduğundan aklıma ilk gelen genom araştırmaları oldu ama, karşımdaki “hangi alan için soruyorsun?” derse cevap beklemek hakkıdır. Savaş taktiği, para politikası, sağlığa teknolojik destek... Hepsi için cevap aynı olmasa gerek. Sağlık ise, bundan anlaşılan ne? Yaşam kalitesi var, yani her bir kişiye özgü esenlik; bir de işlev düzeyi var, çoğunluk için iyi olan var.  

 

Soranı pişman etmek pahasına devam edebilmek isterim. 

- Büyük veriyi hesaba vurarak yapacağımız tahminin isabetliliği her alanda aynı mı? Bazı alanlardaki isabet nisbeten yüksek olamaz mı? (Bazen büyük veriyle dahi tahminde bulunma olasılığı düşük kalabilir mi?)

Daha da ileri giderek: 

-Ne kadar öngörü iyidir?

Hatta:

- Son sorunun cevabı herkes için aynı olabilir mi?

 

Tıpkı özgür iradeye ilişkin “büyük soru” gibi, “zor problem” gibi, bunların cevabını da pozitif bilim verisine, kanıta, delile dayanarak vermek kolay değil düşüncesindeyim. 

 

Don’t Look Up hakkında üç kişiyle konuşmuşluğum var. İyi tanıdığımı ve beni iyi tanıdıklarını düşündüğüm/bildiğim/hissettiğim üç kişiyle. Birincisi, bilim, para, iktidar, siyasetin ve kültürün bilimsel yöntemi dönüştürmesi üzerine sohbet ederken önerdi filmi; “seyret, ilgini çeker,” dedi. İkincisi, “sana uyar, ayrıca sıkılmazsın bile,” dedi. İkisi de kendilerine, filme, bana, bize ilişkin yaşantılarından yola çıkıyordu. (Tecrübelerinden demedim; çünkü bir işi yapma becerisine hizmet eden ve tekrarla edinilen “tecrübe”yi “yaşananlar”dan ayırmak gerekiyor: Experience, Lived experience.)  

 

Seyrettim; sonra Don’t Look Up bu yazının çıkış noktası oldu. Asıl konum film değil onun aklıma getirdikleri olacaktı, ama film de ister istemez merkezde yer aldı.

 

Büyük veriye ilişkin görüşün, tutumun alana bağlı olabileceğini söyledim ya, yukarıdaki örnekler benim aklıma gelenler. Bugün filmi bitirip hakkında yazılanlara baktıktan sonra, üçüncü arkadaşımla çalışmamızı biritip sohbet ederken aklıma geldi, ona sordum, seyrettin mi diye; “evet,” dedi, “küresel iklimle ilgili tartışmayı getiriyor akla.” 

 

“Ben onu hiç akıl edememiştim,” dedim; “demin okudum, yazanın yönetenin aklında öncelikli olan iklimmiş gerçekten.” O, yorum okumadığı halde anlamış. Benim aklımdan salgın, aşı, veriye bakarak karar verme, kültürün ve aidiyet ihtiyacının bunlar üzerindeki etkisi, kararın çoğunluğu gözeterek alınıp alınmadığı gibi temalar geçmişti halbuki, ama senaryo salgından önce yazılmış: Yazanın yönetenin niyetine ilişkin mutlak kanıt. (“Güçlü delil” demek daha mı doğru ... diyecektim ki vazgeçtim; çok karışacak.)  

 

Nesnel veya nesnel kabul edilen, mutlaka veya çok yüksek olasılıkla doğru (accurate, correct) bilgiye ilişkin tutumların ne kadar çeşitli olabildiğini, insanın değer seçimlerinde, benimsediği tutumda verinin kendisinden başka ne çok etmen olduğunu en aşikar haliyle yakın zamanda, salgın ve aşı konusundaki düşüncelerin/inançların ve takınılan/savunulan tutumların çeşitliliğinde gördük. (Onu anlatmak istemiş olmadıklarının kanıtı var, ama kanıt bu bağlama uyarlanmasına ve yorumlanmasına engel değil.)   

 

“Nasıl olmasını istersin? İşe yaramasını ve serbestçe kullanıma girmesi ihtimali seni ümitlendiriyor mu?” sorularının devamı şöyle—nitel araştırmam yarıda kesilmiş olabilir tabii, olsun, öyle olduysa bile ben kendi kendime devam edebilirim:

 

- Keskin (daha doğrusu, keskinliği yüksek olan) tahminler seni heyecanlandırıyor mu?

- Tahminin insan ilişkisindeki karşılıklılıktan, öznellikten, öznelliklerin etkileşiminden (kısacası, yaşantıdan, anlamlandırılan duyumdan) tamamen arınmış, hesaba dayalı, sayısal lisana dökülebilir olması sana daha “yakın” mı geliyor?

 

Tıpkı renklerin doğada mevcut olanlar (varolanlar, antiteler, ismini hakikaten hak edenler) olmadıklarına dayalı olan bilim savunusunda olduğu gibi, aslında değer seçimlerinin de doğada karşılığı yok. Onları, değer seçiminde bulunan kişinin önceki seçimlerden, edimlerden yola çıkarak tahmin edebilen, hatta hayli keskin tahminlerde bulunabilen teknik donanım ve onu geliştirip başarıyla kullanan kişiler var. Burada başarı ile kasıt, hesaplama ile doğruluk olasılığı 1’e çok yakın iddialar sunabilmek. Ne var ki, bu filmde değer seçimleri birbirinin tam karşıtı olarak sunulan tarafların her ikisi de, aslında safsata olmayan, kolaylıkla şarlatanlık denemeyecek iddialar öne sürüyorlar; seçimlerinde “veri”nin belirleyici rolü büyük. Üstelik her iki tarafın da şaşırtıcı derecede doğru tahminleri var. Tutturma yüzdeleri farklı; zaten bir tarafın tek konuda iki tahmini var, ötekinin çok. Ama daha önemli farkları var. Şuralarda: 

 

Bir, seçimleri veriye ve sadece veriye dayalı değil. O geri kalan etmenler işte, sayıya dökülmesi olanaksız görünenler, öznel olanlar. 


Pekiyi, onlar tahmin edilemez mi? Yani mutlak bir bilinmezlikleri mi var? Yok, tahmin edilebilirler ama, bu tahmin ancak, yukarıda tarif ettiğim tarzda bir “önceki edimden/seçimden çıkarsama yapma” işlemine dayalı olabilir; yani doğruluk olasılığı 1’e yaklaşır, ne kadar yakınsa hesaba dayalı tahminde bulunmayı sevenleri o kadar hoşnut eder. Seçimi yapanla bir ilişki kurup ona doğrudan sorarak öğrenilebilecek olandan, onun onayladığı, böylece sağlaması yapılmış olan ortak anlayıştan farklı bu. Kişiyle birlikte, derinlemesine ele alarak ulaşabileceğimiz ortak anlam, bir olasılık hesabı değil. Mutlak olarak yaşanan/bilinen bir seçim, karar… 


“Ne malum?” sorusu akla gelir burada, elbet gelir: “Burada, bu nitel incelemede yanlış yapılmaz mı? Varılan ortak anlayış yanlışlanabilir türden midir?” Bunun birçok cevabı verildi; burada bunu ayrıntısına girmeyip, yanlışlanabilirlik konusunu başka bir zamana bırakıyorum. Üşenmekten değil, karmaşıklığı asıl demek istediğimi unutturmasın diye. 

 

İkincisi, tarafların gerçeklik bilgisi (vakıa, fact) saydıklarının niteliğiyle ilgili. 

 

Önce benzerlikleri: İki taraf da işlerini yaparken, karar vermeye mecbur kalmadan önceki hallerinde, gündelik sıradanlığın (Heidegger’in “ortalama gündeliklik, average everydayness” dediğinin) içinde bir şeylerle (stuff) uğraşırken, Türkçesi, “ben pratiğimdeyim” diye yuvarlanıp giderken, hakikat (truth, Antik felsefedeki hakikat) ile pek ilgili değiller. Varolanlarla praksislerine dalmış iken varolmaklık üzerine düşünmeleri de mümkün değil, yani onları—gene Heideger’in deyişiyle— ready-at-hand olandan available-at-hand olana hayretle yöneltecek bir olay/yaşantı/gözlem yok ortada. (Kâşifin, keşiften hemen önceki halinde can sıkıntısı açıkça görülüyor;  kâşif, işini bir tekdüzelik hissiyle sürdürüyor.) (Heidegger’in bilimsel tecessüsün available-at-hand olanlarla başladığı fikri bizi yanıltmasın, onun bilimsel araştırma ile kastettiği astronomininki değil elbet; mutlak bilimlerin, baştta fiziğin ilgi alanındaki her şey zaten ready-at-hand olan, uğraştığımız stuff; yani teleskopla çekicin farkı yok.)       


Bizde bir kafa karışıklığı yaratabiliyor bu; filmin akışı taraf seçmek için kışkırtmaya odaklı zaten. Korkunun da devreye sokulmasıyla “tarafımı seçmem lazım, hangisi haklı?” diye düşünmeye başlıyoruz. “Hangisi doğru olanı (reality, fact, accurate information olanı) biliyor?” diye sormak güçleşiyor; tehdit hissiyle, soğukkanlı (disinterested) bir akıl yürütmeden uzaklaşıp haklı olanın hangisi olduğuna karar vermeye [ahlaken daha doğru/uygun olanın hangisi olduğunu seçmeye (düşünmeye? içe bakışa?)] geçiyoruz. (Burada kimi “düşünecek, içe bakacak ne var? Doğru/haklı olan aşikar değil mi?” der, kimi duraksar; bu bağlamda bu fark önemli değil, zaten küçük görünen farkların öneminin altını çiziyorum.)

İddiasız bir ek düşünce; konumuzla doğrudan ilgili değil de yönetmenin/senaristin “hesabıyla” ilgili bir tahmin: Seçimimizi kolaylaştırmak istemiş olabilirler mi? Kolay seyredelim, biraz kafamız karışsa, ahlaki bir ikileme düşer gibi olsak bile patlamış mısır biterken rahatlamış olalım diye sanki, tarafların sevimlilik sevimsizlik nitelikleri neredeyse karikatürize denecek abartılı. Sonunda—büyük ölçüde—haklı çıkanlar (“haklı”? ahlaken uygun? veri doğrultusunda asılgerçeğe ulaşmış olan?) hep yakınlık kurulabilir olanlar. Havalı (cool), güzel, çeşitli arzu dinamikleriyle çok çeşitli kişilerin “hot” diyeceği (hatta açıkça dediği) bilimciler ve onların seçtikleri: Z kuşağına, aile babasına, genç ve geleneksel olmayan entelektüele, Afrika kökenliye, isyankara, dindara, dindar isyankara… hepsine hitap ediyor. Sonunda—büyük ölçüde—haksız çıkanlar hep sevimsiz. “Nerd” olanın Elon benzeri sevimsizi, para ile çok şeyi manipüle edeni, bencil olanı bu tarafta, hem yoz hem tutucu politikacı (gene karakterler ABD ile sınırlı tabii) bu tarafta.

 Daha da ayrıntıya girmek istemezdim ama, dikkatimi çekti, söylemeden geçmeyeceğim: “Nerd”, “Asperger” vb stigmalar yakın zamanda hayli popüler olmuştu, neredeyse “cool” idiler; hep sevimli versiyonlarıyla karşılaşıyorduk. Burada ilk defa gördüm ben: Asperger sendromu için tipik klinik özellik diye bilinenleri gözümüze sokar gibi sergileyen karakter, aynı zamanda kötücüllüğünü de en abartılı biçimde sergileyen. 

 

Farklılıkları? Verili (veya gerçeklik bilgisi, vakıa, fact) saydıklarının farkı? Oradaki fark aralarına çok kalın bir çizgi çekiyor. Aslında iki taraf da nihayetinde bilime ait, nesnel gözleme-hesaba dayalı çalışmakta olduğundan, bu ayrım arada kaynayabilir, kaynamasın: Bir taraf mutlak gözlemden, gördüğünden, dışarıdan bakınca değişmeyecek olan bir antitenin (varolan’ın) gözleminden yola çıkıp sonra hesap yapıyor (“ne zaman çarpacak?”). Zaten dedim ya, onların isabeti tam, çünkü bir mutlak gördükleri var, “dışarıya ait” dersek hatalı olmayacak bir gözlem: Kuyruku yıldız orada; “benim için orada, bana mevcut” ile “orada ve mevcut” ayrımının gerekli olmadığı bir varolan (antite). Bakan (kâşif) ile görülenin, varolan’ın (dışarıda mevcut olanın, antitenin) arasındaki ilişki, öznel yaşantıyı merkeze koymayı gerektirmeyen türden. Kâşifin gökcismine yönelişinin ta kendisi bir yaşantı elbet, ve birçok öznel yaşantı eşlik ediyor olabilir bu yönelişe. Ne var ki, bakıp gördüğünün niteliğine sabit ve evrensel demek hatalı olmaz: Kâşifin gökcismiyle arasındaki ilişki  olup biten konuyla doğrudan ilgili değil. Zaten akran denetiminin (peer review) gerekli oluşunun gerekçesi, tam da bu: Akran denetimi hem mümkün hem makul (akla yatkın, rasyonel): Hata varsa, kâşifin yaşantısı ne olursa olsun var; başka biri daha dikkatlice bakıp o hatayı bulacak. Birincisi bulamasa, akademide adı çıkmış olan şu meşhur “ikinci hakem” bulacak. Bir de hesaplama işlemi var gerçi, ama o, zamana hıza ilişkin, ve karmaşık olsa dahi işlem belleğini zorlamasıyla karmaşık sadece; yoksa salt saf temiz katışıksız fiziğe dayalı. 

Filmde bunu yüzümüze vuran bir ayrıntı, kâşifin keşfettiğini söylerken kurduğu cümlede aslında yeniliğin, keşfin yer almaması; hatta en sıradan sayılanlardan bir vakıa, ama işte aynı zamanda, özneye göre (bunu bilme yaşantılarına tek tek bakacak olursak) belki de en zengin ve çeşitli çağrışımlara yaşantılara köken olabilen, sadece vakıa iken bazen aniden bazen zamanla, ama her zaman dramatik, ürperten, heyecanlandıran, inancı körükleyen, inançsızlığı tetikleyen, masal yazdıran, şiir söyleten, ağlatan, huzur veren, saymakla bitmez yaşantılarla ilişkili olagelmiş bir  fark ediş: “Hepimiz öleceğiz.” (HEPİMİZ ÖLECEĞİZ!) 


Ötekinin veriye dayalı tahmini öyle değil: Veriyi (sterilliğiyle malul olsa bile nihayetinde sayısal, kaynağı sağlam, ve teste tabi tutulabilecek, yanlışlanabilir veriyi) hesaba vurup bunu doğada gerçekleşecek olanı tahmin etmede kullanıyor. Gerçekleşecek olanın kendisiyle tahminin sterilliği arasındaki ayrım: Ürpertici olan bu: “Ne yapacağız?” sorusunu hak eden şeylere ilişkin bu tahminler. “Ne yapacağım?” Tahmin steril, tahminci mekanik, oysa vargının (tahmin edilen olayın/olamın) içeriği, ilgilendirdiği herkes için trajik: Ne yapacağım? NE YAPACAĞIM! 

 

Filme belki Holivud tarzı kalın çizgileri ve kör kör parmağım gözüne üslubundan ötürü burun kıvıran olur, bir şey diyemem. Ne var ki, bana bilimsel yöntemin eninde sonunda gelip değer seçimlerine dayandığını, hatta seçimlerin çoğunlukla yönteme içkin olduğunu düşünmek ve anlatmak için güzel vesile oldu.