2.04.2022

Otizm spektrumu 1

Leo Kanner (1894-1981), ABD, Johns Hopkins'te çalıştı. Klinik örüntü tanıma becerisi üstün. 1943'ye yazdığı makalesinde [Kanner L. Autistic disturbances of affective contact. Nervous Child 2, 217-250 (1943)], zihinsel özellikleri ve davranışları akranlarından birkaç bakımdan farklı olan 11 çocuk tarif ediyordu.



Sonradan BBC'nin çektiği bir belgeselde iki özelliği vurguluyor: Derin bir yalnızlık (tekbaşınalık) ve tekdüzeliğin, değişmezliğin sürmesini istemek. 

  

"Otizmin boyutu iki mi üç mü?" tartışması süregeldiğinden, Kanner'deki ikiyi özellikle bildirdim. Bir de, bunları bildirirken kulandığı ifade tam güzel, yerli yerinde; en iyi tariflerden biri. Makalenin bütününde, gene, İngilizce'yi çok iyi kullanıyor. Standart lisanla, kısıtlı terminolojiyle yazmamış.


 

        Bu makalenin ilk cümlesini okuyan, bilimsel makaleye böyle başlanır mı? diye şaşırabilir. James Koplan, konferansında diyor ki, "çığır açan bir makale bu; bugün böyle başlayan makaleleri kabul etmezler ne yazık ki." Doğru. Bir de, makale 33 sayfa.

 

BBC'nin çektiği belgeselde söylediği de söyleyişi de hüzünlü—ya da, işte, bana öyle geliyor: "Derin bir yalnızlık."

İyi bir psikopatoloji tarifi (description) empatiye dayalıdır. Mesela, "yalıtım"la kastedilen "kendini yalıtma" mı yoksa "rahatsızlık duymadan ilişki kurmanın güçlüğü, dolayısıyla seyrekliği" mi; işte bunu anlatabilmek için bir kere, önce ilişki kurmaya çalışmış olmak, bunun için gereken ince ayarla uğraşmış olmak gerek. "Otizmi olan kişiler sosyal ilişkiden kaçınırlar" demek mi doğru, yoksa "duyusal uyaranlara yönelik aşırı hassasiyetin veya tam tersinin—kendisi dışındakine dikkat/ilgi/farkındalık eksikliğinin—sonucu olan bir seçicilik, bir kısıtlanma, sosyal ilişkilerine de yansır" demek mi?

Kanner'in ilk 11 vakası, sonraki çalışmalarda incelenen çocuklara, özellikle Rutter'ınkilere kıyasla yaşça büyük: 4-11 yaş arasındalar. Demek, otizmin özgün tanımında "belirtiler 3 yaştan önce ortaya çıkmış olacak" koşulu yok. Resmi tanımlara ilk defa DSM-III'le, 1980'de giren otizm, 1994'te DSM-IV'te yeniden yazılırken böyle bir şart koşuldu. Belirtinin belirme zamanının mesela tifodaki gibi kuşkuya yer bırakmayacak biçimde anlaşılacağına, üstelik bu tespitin kültürden bağımsız bir güvenilirliği olduğuna inançları tamdı. Hüsnü kuruntu: Otizm de, şizofreni gibi, heterojen bir belirtiler kümesini kapsama hedefiyle oluşturulmuş bir kavramdan ibaret. Özellikle belirti şiddeti bakımından, nicel olarak. Hafif vaka geç tezahür eder; geç fark edilir. Kimi kültürde tekdüzelik eğilimi, tekrara yatkınlık ve ihtiyaç hemen göze batar mesela. Tekbaşınalığın hastalık sayıldığı da olur, tuhaf kaçtığı da, saygı gördüğü de. Kiminin yalnızlığında talep vardır, kimininki tekbaşınalıktan ibarettir. Gelişimsel tanıların bir özelliği, “kimlik” ile “belirti” arasındaki ayrımın güç olması. Otizmin sosyal/politik bağlamda daha çok tartışılır olmasında—farkındalığın yaygınlaşmasının yanı sıra—bunun rolü var. “Nöroçeşitlilik (neurodiversity) mi hastalık mı?” sorusuna katı bir taraftarlıkla cevap vermek imkansız; çünkü sorunun bağlamına göre bazen “farklılık, atipiklik, özel ihtiyaçlar, sosyal haklar ve aktivizm” öne çıkar, bazen tedavi/destek yöntemleri.

“Beyin hastalığı" bakışını fazlaca benimsemiş durumda olan ana akım psikiyatri, bilhassa buna samimiyetle inanç duyan ABD psikiyatrisi uzun süre boyunca dedi ki, "otizm denen beyin hastalığı gelişimsel bir bozukluk olup belirtileri 3 yaştan sonra ortaya çıkmış olanlara başka tanılar koymak gerekir". Şöyle sandıklarından: 'Bu hastalıklar somut antitelerdir, biyolojinin kendince keskin kurallarına tabidirler, birilerinin başına gelirler, o başa gelenin aslında hangisi olduğunu anlamak için dikkatli ve standart muayeneler yapmalıyız.'

Meslekler, zanaatler "görünenin ardındaki"ne ilişkin büyük sorularla uğraşmak zorunda değil ama, hekimlik, bilhassa psikiyatri, görünenin hemen ardında doku ya da molekül olduğu yanılgısına dayalı olarak icra edilmemeli. İlk göze çarpanın, en kolay seçilenin, mesela tuhaf davranış gibi belirtilerin ardında dahi birçok tutum, davranış, beceri, niyet, kasıt, yeti-beceri farkları vs var. Söylenenin ardında, gene, çeşit çeşit anlam var.  Metafizikten, ontolojiden söz ediyor değilim: "Yalnızlık çekiyorum" sözünün hemen ardındakini "görmek" için teknolojik donanıma gerek yok: "Nasıl yani?" desem yeter. "Yalnızlıkla neyi kastediyorsunuz?", "başkaları ne diyor?"... Kolay. İyi hekimliğin tanı yöntemleri, yani örüntü tanımaya yönelik bilgi-beceri-tutum. Kohut’un bir muayene gereci olarak gördüğü empati, zaten bu yöntemin bir bileşeni.

Kanner'in makalesini okumak bile yeter aslında, şunu anlamaya: Otizm spektrumu denen özellik/belirti kümelerinin farkına ne zaman varılacağı, bakana, baktığı kültüre, bakılanın niteliği gibi niceliğine de göre değişir.  İyi bakmazsak bu kişilerde zeka geriliği ya da şizofreni var sanırız. Kanner de yanılgıya en çok bu iki tanıyla düşüldüğünü söylüyor; diyor ki, "bu çocuklara yanlışlıkla en çok koyduğumuz tanılar, akıl zaafiyeti ile şizofrenidir."


 

İlk on bir çocuktan üçü konuşmuyormuş. Ya hiç ya da beşten az kelimeyle. 1956'daki makalesinde Eisenberg'le birlikte, bir düzeltme yapıyor: Lisan kusuru merkezi bir özellik sayılmamalı, diye. Ana babadan çok ayrıntılı anamnez almış; EEG'leri fizik muayeneleri var.

Otizm sözünü Bleuler'den, onu şizofreni tanımından almış. Almasaymış, belki daha az yanlış anlaşılırmış. Neden? Çünkü sonra şizofreni, otizm, çocukluk çağı şizofrenisi, erişkinlikte otizm ve bütün bunların hafif formları birbirine karıştı hep.

Devam edeceğim. Eugen Bleuler, gene. Ama sonra, yenilerle: Hans AspergerMichael RutterLorna Wing

Özet, çerçeve şöyle: