25.02.2022

Bilimsel Devrimlerin Yapısı'nın 60. yılında fenomenolojik psikiyatriler

Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Kuhn, 1962)


Kuhn’un 1962 tarihli ünlü monografındaki çıkış noktası doğa bilimleri idi. Bilimsel Devrimlerin Yapısı (BDY) başlıklı bu eserde tanımladığı kavramlar [paradigma, numunelik (exemplar), normal bilim, bunalım (crisis), aykırılık/anormallik (anomaly), sıçrama (leap), oranlanamazlık (incommensurability), nesnel ve ampirik olana seçenek olarak sezgiye ve öznelliğe izin veren  akıl yürütme)], fizik ve kimyadaki gelişmelerin yorumuna yöneliktir. Buna rağmen, BDY’nin sosyal ve beşeri bilim çevrelerinde gördüğü ilgi ve etkisi daha büyük oldu.


Kuhn akademideki ilk alanı olan fizikte doktora yaparken şu hükme varmıştı: Doğa bilimlerinin herhangi bir dönemde doğru, bilimsel, ya da daha az kusurlu, kısacası hakikate daha yakın saydıkları son (en yeni) kuramın eski olandan farkı, aslında bu niteliklerin hiçbiri değildir. Madde kadar temel kavramlara bile, ancak bir tanım ve tanımın içinde yer aldığı sistematik üzerinden ulaşılabilir. Bu hükmünü BDY’de ve sonraki makalelerde en çok fizikten kimyadan örneklerle anlatır. Özetlemek için, saptamalarını ilk verdiği örneklerden birine, astronomiye uygulayalım:


Gök cisimlerinin hareketlerini açıklamada Kopernik’in kuramı Ptolemy’nin kuramından daha gelişkin kabul ediliyorsa, bunun nedeni Kopernik’in Ptolemy’nin kuramını öğrenip hatalarını düzeltmiş olması değildir; Ptolemy’nin akıl ettiği ya da ondan da önce sorulmuş olan sorular arasından onun cevaplandıramadıklarına cevap bulmuş olması ya da onun kuramının bazı kusurlarını düzeltmiş olması da değildir. Çünkü aralarında, soruların sabit kaldığı bir süreklilik yoktur. Dünya merkezli kuramın terk edilme nedeni, soruların değişmesi ve yenilerinin bu kuramla cevap bulunamayacak sorular olmasıdır. Soruların değişmesigök cisimlerinin yörüngeleri ya da birbirlerini çekme güçleri ile hiç ilgisi olmayan—birçok nedene bağlıdır. Yeni paradigmanın soruları dünya merkezli kuramın olanaklarıyla verilmiş olan cevaplardan türemiş değildir. Yani önceki cevaplar sayesinde ortaya çıkan, onları mantıken izleyen mutlak bir bilinmeyene işaret etmezler. Belli bir dönemin kültürü (inançları, hakikat anlayışı, değer seçimleri vb.) ile biçimlenen, tanımlanan kavramlar, gene o döneme ait bilimsel yöntemler ve gereçler ile açıklanmaya çalışılır. Yeni sorulara cevap aramak, aslında, numuneliklere benzemeyen gözlemleri, yani aykırılıkları, anormallikleri (norma, geçerli paradigmanın kapsayıcı yasalarına uygun olmayanları) açıklamaya çalışmaktır. Bu sürece “bulmaca çözmek” dememiz doğru olur; tatminkâr   açıklamaların bulunamaması, paradigmadaki (yani, geçerli kuramlar, inançlar ve değer seçimleri, yöntemler gereçler ve kuramı geçerleyen numunelikler bütünündeki) kusurlara değil, bilimcinin araştırmada yaptığı hataya ya da aklının yetmeyişine yorulur. Saygın bilimcileri ve okulları bile pes ettiren bulmacalar biriktikçe, paradigmanın bunalımı başlar. Yerini bıraktığı yeni paradigmanın tanımları ve soruları başkadır. Bize apaçık gelen “yerküre” gibi temel bir kavrama bile, ancak belli bir tanım ve o tanımı içeren bir sistematik üzerinden ulaşılır. Ptolemy’nin “yerküre”si evrenin merkezindeydi, hareket etmiyordu, Kopernik’in kuramındaki yerküre hareketliydi. Kopernik’in kuramıyla gök cisimlerinin hareketlerini daha az hatayla tahmin etmek mümkün olduğundan, dünya merkezli paradigmadan kopuşa sıçrama diyoruz, fakat “sıçrama”da aslolan bir ilerleme vurgusu, gerçeğe daha da yaklaşmış olma iması değil. Nitekim, ilginçtir, hatasızlık bakımından karşılaştırıldıklarında, aslında Kepler’in güneş merkezli astronomiyi benimseyerek yaptığı önemli düzeltmelerden önce Ptolemy’nin paradigmasının bütünü Kopernik’inkinden daha az hata içeriyordu. Bu ikisinin çağları arasında paradigmanın değişmesi, ilerleme değildir; sadece ... paradigma değişimidir. Güneş merkezli astronominin dünya merkezli astronominin iyisi, gelişkini olduğunu söyleyemeyiz; çünkü bu iki kuram, evet aynı konuyla ilgili olan, ama farklı sorulara cevap arayan kuramlardır, yani farklı paradigmalardır; birbirleriyle karşılaştırılmaları olanaksızdır. Matematikten bir analojiye başvurarak söyleyelim: Bilimsellik derecelerini sayıya dökerek karşılaştırmak istesek, ikisinin birden rasyonel sayılarla ifade edilebildiği ortak bir ölçüm birimi bulamayız. İşte bu duruma—rasyonel olmayan sayıların, yani ifadesi tam sayıların oranlarıyla (kesirlerle) mümkün olmayan çoklukların özelliği olarak kullanılan ifadeden ilhamla—oranlanamazlık (incommensurability) diyoruz. Biri rasyonel diğeri irrasyonel olan sayılarla (diyelim 1 ile √2) yaptığımız bütün aritmetik işlemlerin sonucu irrasyonel sayılardır, irrasyoneldir. Kopernik kuramının gerçeğe (fact,  vakıa) daha yakın görünmesi, bugünden geriye baktığımızda kapıldığımız bir yanılsamadır. Çünkü bilimle tanıştığımız derslerde fizik bilgisi ve kuramları (yürürlükteki paradigmalar) bize yasalar olarak tanıtıldı; doğrulanmalarına en elverişli olan, ama doğada olup biteni tam temsil etmeyen örnekler verildi; ders kitaplarının bilim anlayışı ile yetiştirildik. Oysa fen kitaplarındaki örnekler, öğrencilerin ilk defa karşılaştıkları kuramları tasavvur edebilmeleri amacıyla, geçerli paradigmayı doğrulayıp öncekilerin “hatalarına” işaret eden örneklerdir; bu da, eski ile yeninin aynı tanımlarla oluşan sorulara cevap aramış olduğu, birinin hatasının diğerinde düzeltildiği yanılgısını yaratır.

 

Kuhn BDY’ye ek sayılan 1973 tarihli makalesinde (postscript), eleştirileri dikkate alarak yaptığı düzeltmelere yer vermiş ve bilimselliğin beş boyutunu tanımlamıştır: Hatasızlık, Tutarlılık, Kapsam, Basitlik, Üretkenlik.


“Paradigma”nın tanımındaki bir özellik de, eğitimleri, bilim anlayışları, çalışma yöntemleri benzer olan bilim topluluklarının üyelerince benimsenmiş olmasıdır. Kuhn’un “normal bilim” ifadesi buna işaret eder. BDY’nin sosyal ve beşeri bilimlerde daha çok ilgi görmüş olması şaşırtıcı değil: Altmışlar fizikte farklı paradigmaları benimsemiş olan ama güçleri birbirininkine yakın bilimsel toplulukların eşzamanlı olarak mevcut olduğu bir dönem sayılmaz. Oysa beşeri bilimlerde, toplumsal özellikler ve değer seçimleri, ilgilenilen fenomenlerin kavramsallaştırılma biçimine daha yakın bir yerde durur; öznelliğin etkisi paradigmaya daha dolaysızca, daha kolayca sızar. Pekiyi, beşeri bilimlerde eşzamanlı olarak mevcut olmasına daha alışkın olduğumuz, değer seçimlerinden bağımsız olmadıkları daha iyi bilinen tanım sistemleri, paradigmalar, ekoller (okullar)—Kuhn'un zaten asıl odağı olan—doğa bilimlerinde de yok mudur? Bilime de dayalı olarak işleyen meslekler hem doğal hem beşeri bilimlerle ilişkide ise, bu onlar için ne anlama gelir? Hekimlikte mesela.

 

Psikiyatride fenomenolojinin yükselişi kuramdaki yoksullaşmaya bir çare gibi görünüyor; güzel. Soru şu: Bunu bilimsel ilerleme olarak mı görmeli yoksa tıkanmanın ardından gelen bir devrim mi? 

 

Fenomenolojinin tanımı çeşitli. Gitgide çeşitlendi. Bunun öncelikli nedeni, yirminci yüzyılın fenomenolojiyi biçimlendiren belli başlı filozoflarının kendi aralarındaki farklılaşmalardır. Başta Husserl ile öncüleri, ardından Heidegger, ona şerh koyanlar, onlara şerh koyanlara şerh koyanlar… Evet, fenomenoloji zaten karmaşıklığıyla biliniyor; kavranması uzun emek gerektiriyor, hatta belki hiç “tam” olmuyor. Zorlu çalışma, kafa karışıklığı, filozofların birbirine “tercüme edilmesi”, zar zor yakalanan bir “aydınlanma”, sonra yeni bir çelişkiyle başa dönüp okuma…


Bununla birlikte, bugün fenomenoloji ve fenomenolojik yöntem denenlerin çok-anlamlı ve müphem olmasında başka bir gelişmenin daha büyük rolü var, kanımca: Doğrudan felsefe çalışması olmayan pek çok bilimin, disiplinin, zanaatın/mesleğin (ars), sanat yorumunun fenomenolojik yöntemlere daha sık başvurur olması. Fenomenolojilerin—açımlanmadıkça, birbirlerindeki neyin neye karşılık geldiği titizlikle incelenmedikçe zaten müphem kalan—özgün kavramlarının ve yöntemlerinin bilime, zanaata/mesleğe uygulamasındaki (applied penomenology) serbestlik. Kimilerinin aşikar veya nispeten kolay anlaşılan bağları var belki. Sanattaki, mimarideki izdüşümü üzerinde fikir yürütecek donanımım yok. Davranış bilimlerinde ve psikiyatride fenomenolojinin yükselişi ise, bilimsel bir ilerlemeden, yeni bir aydınlanmadan ziyade bir hatırlama, bir geri dönüş, “yeniden keşfetme”: Psikiyatrinin yetmişlerden itibaren mantıksal pozitivizmin sığlığına mahkum kalışının pek çok nedeni var; onları başka yazılarda anlatmıştım. Sadece şunu hatırlamamız yeter: Klasik psikanalizin—dikkatle bakılmadıkça seçilmeyen—belirlenimciliği, baktığına incelediğine kayıtsız kalmayı ilke edinen pozitivizmi hayal kırıklığı yaratınca, psikiyatride Freud ve ardılları gözden düştü. Onun yerini alanlar, indirgemenin ucunun neredeyse fiziğe kadar uzanacağına inananlardı; bunu bilimsel bir ilerleme zannediyorlardı. Örnekleri, Guze, Winokur, Spitzer gibi, perspektifi dar yetkisi geniş hekimlerdir. Hempel-Oppenheim şemasından medet ummaları, psikiyatrik sınıflandırmya yol göstersin diye Carnap’tan yardım istemeleri…  Bilimlerle ilişkisi bilimsel veriye de dayalı olan bir mesleği bilim zannettiklerini gösteriyor. Oysa o yıllarda hızla ilerlemekte olan, teknoloji idi. Yani gereç. Kuram değil, geçerliği sağlam delille gösterilmiş bilgi değil. (O hıza ayak uydurmak neden zorunlu olsun? En gelişkin teknolojiyle deney yapmak her disiplin için ilerleme demek değil ki... Bazen sadece heves, hüsnü kuruntu.)


Kurunun yanında yaş da yandı; psikanalizle birlikte, empatiyi bir gereç olarak işe yaratan, hermenötikten haberdar olan psikopatoloji de unutuldu. (Çoğu kişi haklı olarak Jaspers’i hatırlayacaktır; onun Weber’den psikopatolojiye uyarladığı “anlama-açıklama” ayrımı önemli bir anahtar. Yanı sıra, bakış açıları bugün yeni sayılan kuramlardan eksik olmadığı halde daha az okunmuş olan pek çok psikopatolog var. Aklıma ilk gelen, en güzel yazanlardan Erwin Straus—değeri en az bilinenlerden olduğu içindir belki.)

 

Bugün hızlı bir yükseliş gösteren fenomenolojik psikopatoloji, psikiyatrinin gerek kuramına gerekse uygulamasına çok değerli katkılarda bulunuyor. Ne var ki, bunu bir bilimsel ilerleme olarak mı görmeliyiz yoksa Kuhn’un deyişiyle bir devrim olarak mı, emin değilim. Dahası, kimi yazarların fenomenolojik psikopatoloji kuramlarını oluşturma yöntemleriyle ilgili bazı çekincelerim yok değil. Mesela Parnas ve Zahavi gibi kimi kuramcıların fenomenolojik yöntemi ustalıkla kullanmalarını güncel kategorik sınıflandırmaya felsefi bir eleştiride bulunmamalarıyla bağdaştıramıyorum: Şizofrenide, tıpkı önceki kuramcıların yaptığı gibi (bunlar ister kayıtsız/ampirik yöntemlerle çalışanlar olsun ister kendileri gibi öznellikler-arasını dikkate alan, yoruma dayalı yöntemleri seçenler) bir “çekirdek” arıyorlar. Yani fenomenolojik yöntem dediklerini mülakata ve hasta-hekim ilişkisine uyarlamada eksikleri yok, ama kategori geçerliğini sorgulamıyorlar. Oysa fenomenolojik yöntem, bugün şizofreni denen fenomenin paradigma değişiminden bağımsız olarak, yani bütün paradigmalarda zamanla değiştiğini, kimin neye şizofreni dediğini dikkate almayı gerektirir. Teşhis koyanlar, konanlar, “o zamanlar” teşhis koyanlar ve “o zamanlar” teşhis konanlar arasında kıyaslama yapmayı; çağları, kültürel iklimleri, bunların “normal bilimlerinin” yöntemlerini bir tutmamayı…


Daha işe yarar bir uygulama ve psikiyatri kuramının bugünkü kuraklığına çare olma ümidi verdiği sürece önemli değil; bunun değerli bir açılım olduğu kanısındayım.

 

Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nın 60. yılında, on yıl önceki 50. yıl yazısını fenomenoloji örneğinde genişletmeye çalıştım. Yukarıda kısaca bahsettiğim baskın / ana akım yöntem değişimlerinin, yazarın savına destek niteliğinde olabileceğini düşünüyorum. Bütün bu salınımları, bilimde ilerlemeden ziyade, tıkanmaların ardından gelen “devrimler” [“sıçrama (leap)”, “paradigma kayması (paradigm shift)” ] olarak görmek daha uygun gibi görünüyor bana.

13.02.2022

Tanı ve Kimlik/Kendi-m-lik: Himaye ve Tahakküm

Psikiyatrik tanılar ile kimlik / kendi-m-lik arasındaki ayrım bulanıklaşıyor. Bunda (i) kendisini “azınlık”, “hak arayan” vb olarak tanımlayan grupların, (ii) stigma karşıtı tutumun olumlu olumsuz etkilerinin, (iii) hasta-hekim ilişkisindeki asimetrinin hafiflemesinin, bunların hepsinin rolü var.

Bu sıralar “lived experience” konusunun gündeme gelişi dolayımıyla ve pozitif ayrımcılığın bazen arzu edilenin tam tersi yansımaları olabileceğini tekrar düşününce, eski bir yazımı tekrar koymak istedim bloga. On yılı geçmiş, yazalı; olsun. 


24.10.2011 tarihli yazı

Himaye ile Tahakküm: "Şizofren" "profesör" "hastalığını" ifşa etmiş.

http://www.nytimes.com/2011/10/23/health/23livesside.html?scp=2&sq=schizophrenia&st=cse

“Stigma”nın Türkçe’de aynen kullanıldığı oluyor; “damga” diyen daha çok.

“Stigmatizasyon”dan anlaşılan, fiilin bazen geçişli, bazen geçişsiz hali: 

Hassas, savunmasız, incinebilir (sayıdan bağımsız olarak “azınlıkta”) olanın öznel yaşantısıyla ya da haklarıyla ilgilenenler, bunu daha çok, damgalanma anlamında kullanıyorlar; damgalananın tarafından bakarak: Damgalanmak azınlıktakilere ne ifade ediyor, azınlıktakilerce nasıl yaşanıyor…  Azınlık tanımı geniş, örnek çok: Etnik azınlıklar, özürlüler, ruhsal-zihinsel hastalığı olanlar, fiziksel engelliler, kadınlar, eşcinseller… Tanım sabit değil, çünkü ölçüt tutuma -dolayısıyla döneme kültüre- bağımlı, sınır nesnel değil. Meselâ eşcinsellik birçok kültürde sadece sayıca azınlığa işaret ediyor; hassas bir nüfusa değil. Bunun gibi, eskiden evde okulda sol eline vurulup düzgün yazmaya zorlananlar artık çoğu yerde kimsenin dikkatini çekmiyor.

Bakım, özen, ilgi gerektiren kişiler (bakılanlar diyelim) üzerinde iş tanımı ya da sosyal rolü nedeniyle söz sahibi olanlar (bakanlar) ise, “stigmatizasyon”u damgalama diye anlama eğiliminde. Esenliği için çalıştıkları, sorumlusu ve üzerinde yetkili oldukları kişileri, birileri damgalıyor. Bu kulanımın çağrıştırdığı damgalayıcı, genellikle ne bakan ne de bakılandır; başkası olduğu farz edilir. Kimdir peki?

1. Damgalayan kim?

İşi şu ya da bu biçimde stigma konusuna değen bakanlar, bunun her bağlamda olumsuz bir tutum (yanlış, gayriahlâki, zararlı vb) olduğunda hemfikir olsalar gerek; aralarında “damgalama önemsizdir” diyene rastlamadım. Bakanlar damgalamaya karşı, bakılanlar damgalama olgusundan rahatsız ise, bu sorunun kolay bir çözümü olması beklenmez mi? Doğa felâketi değil ya bu! İnsan tutumu.

2. Damgalama sorunsalı neden mevcut?

İkisine birden bir—cevap olmasa da—açılım sağlamak için, damgalamanın Dışlama ya da Hor görme kadar temel iki bileşenini hatırlatayım: Tektipleştirme ve Kendinden Farklı Görme. Biri sadece bilgi eksikliğiyle bile kolayca oluşabilen bir tutum; diğeri ise daha karmaşık, çünkü değer-duygu yükü olan bir yaşantıya, bir tutuma karşılık geliyor—olumlu ya da olumsuz: Tiksinti ve kaçınmadan, imrenme ve hayranlığa, gene örnek çok. 

İşte bundan ötürü, bu profesörün bir gün artık şizofrenisini açık etmesinin kendisine de şizofreni üstündeki damganın kalkmasına da hiçbir katkısı olmaz, kanımca. Bu kitabı haber edenlerin damgalama eğilimi meselâ, kitabın ifşaat niteliğine takılmalarından belli. 

“Bakın bu hanım şizofreni hastası olmasına rağmen profesör olmakla kalmamış, bir de bunu ifşa edecek kadar cesurmuş meğer” demenin şunu demekten ne farkı var? "Bir şizofreni hastasının profesör olması haber değeri taşıyacak kadar olağan dışıdır." 

Bu haberi, kitabı, damgayı azaltmak için yayıyorlarmış. Profesörlüğün olumlu şizofreninin olumsuz damgalarının koyu olduğu bir kültürde, bu örnek, tanı konmuş kişilere ”bakın, çalışırsanız oluyor, çalışın” demeye gelebilir: Öyle ya, aslında ölçütler dizisinden ibaret olan bu tanımın/tanının doğada karşılığı olan bir fenomen (bir "beyin hastalığı", homojen bir bozukluk) olduğu ilan edilegeldiğinden, başarısı-üretimi eksik olan kişi ya tembel olduğuna ya da hastalığın "kötü seyirli" alttürüne yakalanmış olduğuna hükmedecek. "Tanı"nın sağlamlığından, tutarlılığından kuşku duymak, bakılan (stigmayı taşıyan) için o kadar da kolay değil.   

Bakanlardan biri olarak, böyle saçma girişimlerdense, şizofreni tanımı sorunlu hatalı vs olabilir mi diye düşünmeyi tercih ederim.

...

Düşündüm: Sorunlu, hatalı, teknik ve etik kusuru çok. Bütün tanılardan daha çok. 

Himaye ile tahaküm, bakanlığın özel çaba gösterilmedikçe ayrılması güç iki özelliği.